Jenny Erpenbeck: Edebiyatın ölüme karşı direnmek gibi bir işlevi var
Yazar Jenny Erpenbeck, edebiyata ‘Eski Çocuğun Hikayesi’ adlı novella ile adım attı. Bunu roman, öykü ve tiyatro oyunları türünde eserler takip etti, ‘Bütün Günlerin Akşamları’ adlı romanı hem eleştirmenler hem de okurlar tarafından büyük ilgiyle karşılandı. Hem bu hem de daha sonraki romanları yazara Joseph Breitebach, Thomas Mann Ödülü gibi ödüller kazandırdı.
Eserleri farklı dillere çevrilen Erpenbeck, ‘Bütün Günlerin Akşamı romanıyla da Independent gazetesinin Yabancı Kurgu Ödülü’nü kazandı. Türkiye’de de Erpenbeck’in dört romanı Can yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı: ‘Gölün Sırrı’, ‘Gidiyor, Gitti, Gitmişti’, ‘Bütün Günlerin Akşamı’ ve ‘Kairos’. ‘Kairos’ romanı, çevirmeni Regaip Minareci’ye 2024 Talat Sait Halman Çeviri Ödülü’nü kazandırdı.
Yazar Jenny Erpenbeck ile konuştuk.
Almanya’nın kırılgan 20. yüzyıl tarihinden yola çıkarak bireysel ilişkilere ve dramlara odaklanan, çağımızın en ilginç yazarlarından biri olduğunu düşündüğüm romancı Jenny Erpenbeck’le, Berlin’de, Berlin’in Mitte ilçesindeki evinde buluştuk. Mitte, Berlin’in bugün çok sevilen merkezlerinden biri ve Türkçeye aynı isimle çevrilen ‘Kairos’ romanında anlatılan, roman kahramanlarının yaşadığı, karşılaştığı buluştuğu bölge de aynı zamanda. ‘Kairos’, 19 yaşındaki Katharina ile 53 yaşında ve evli Hans arasındaki aşkı anlatır. İkili 80’li yılların sonlarında Doğu Berlin’de karşılaşır. Arka planda ortadan kalkmak üzere olan Demokratik Almanya’daki günlük ve siyasi yaşam vardır, her yönüyle baskın bir yazarla çok genç bir kadın arasındaki eşitsiz bir aşktır bu. Neredeyse mitsel niteliğe, sese sahip bir metin ‘Kairos’. Romanın isminde bile bu mitsel sesi hissediyorsunuz. Çünkü ‘Kairos’ en uğurlu ya da elverişli an anlamına gelir – ki Yunan mitolojisinde bu biricik an Kairos tanrısıyla temsil edilir. Genç ve masum Katharina ile orta yaşlı Hans arasındaki çekimde tanrısal bir büyü var sanki. Ne dersiniz?
Aralarındaki çekim tanrısal bir şey mi, bilmiyorum. Bunu daha çok yaşını almış erkeklerin genç kadınlara duydukları ilgi şeklinde tanımlardım ben. Ama elbette ilişkinin başlangıcı böylesi bir duygusal coşkuyu barındırıyor. Coşkulu duygu patlaması ise bu başlangıçtaki mutlu anın kendisidir… Böyle olduğu için de Katharina ve Hans için karşılaşmalarını mümkün kılan bütün o çok sayıdaki tesadüflerle birlikte büyük anlamların temsilcisi haline gelir bu an. Bu yönünü dikkate aldığınızda, haklısınız. Ama elbette roman, biçimiyle, deyim yerindeyse türüyle, uzunluğu ve değişebilen bakış açılarıyla, bu mutlu ana zıt bir şekilde yoluna devam ediyor ve anlamını buluyor. Çünkü başlangıçtaki o coşku dolu mutlu an bir keredir, biriciktir ve yaşanılan diğer tüm anlar onun düzeyi ile ölçülmek zorundadır ama aslında onunla ölçebileceğiniz başka bir an ve zaman da yoktur. Ben bunu mutlu sonun ardından gelen o uzun süreç olarak tanımlıyorum.
Ve böylece dram başlıyor.
Dram başlıyor, evet.
‘ÇOCUKLUĞUM İÇLERİ ÇÖPLE DOLU KAPALI METRO DURAKLARININ ETRAFINDA GEÇTİ’
Bu da Hans’ın Katharina’nın başka bir erkekle birlikte olduğunu öğrenmesiyle başlıyor. Hans, kendisi evli olduğu halde, aldatıldığını, sırtından vurulduğunu düşünür. Romandan bir alıntı: “Hans bir buçuk yıl önce bir masumla tanışmıştı, şimdi kucağına bir suçlu düşüyor.” İnsan, okur olarak Hans’ın Katharina’yı hedef alan suçlamaları ve duygusal işkenceleri karşısında gerçekten öfkeleniyor. Bir yandan da siyasi olayların hız kazandığını görüyorsunuz, Demokratik Almanya’nın son günlerindeyiz artık ve bu toksik ilişkinin çözülmesini bekliyorsunuz- ki ben bu çözülmenin ikiliyi çevreleyen Berlin Duvarı’nın ortadan kalkmasına paralel gerçekleşmesini bekledim. Ama romanda bu çözülme öyle hemen olmuyor. Duvar ortadan kalkıyor. Geride kalansa: Hüzün, yitirme ve kaybolma hissi. Berlin Duvarı’nın yıkılmasını siz de böyle mi yaşadınız?
Bu kitabı yazarken geçmişten, o dönemdeki kendi siyasi düşüncelerimden de yararlandım elbette. Tabii döneme dair bazı izlenimlerimi unutmuştum ve bazı şeylere ilk kez dönüp dikkatlice baktım. Mesela o ilk günlerde insanlar Batı’dan Doğu’ya gelmeye başladığı için birden bildiğimiz sokaklar farklı kokmaya başlamıştı, Chanel No 5 parfümü gibi. Yerinde durmasına rağmen şehrimizi yitirmiş gibiydim. Şehir değişmişti, ona farklı bir bakış da getirilmişti. Şöyle bir şeydi içimdeki duygu: “Her şeyimiz artık apaçık ortada ve insanlar bunları seyrederek bizimle dalga geçiyorlar, mesela Berlin’in, yani doğu Berlin’in griliğiyle dalga geçiyorlar.” Çünkü Batı Berlin reklam afişleri nedeniyle de renkliydi. Tabii parasızlık yüzünden Doğu daha bakımsızdı.
Batı Berlin’in metrosu Doğu Berlin’in altından geçerdi. Doğu’daki metro durakları kapalıydı. Benim bütün çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım bu içleri çöple dolu, kapalı metro duraklarının etrafında geçti. Duvarla birlikte birden bu metrolar açıldı ve şehir başka bir yer oldu.
Edebiyat için de harika bir konu bu… Bilmem Orhan Pamuk’un ‘Masumiyet Müzesi’ adlı romanını okudunuz mu?
Tanıyorum. Romanımla bağlantılı olarak onu da okudum.
‘ROMAN, DUYGULARI DA ANLATMAK ANLAMINA GELİYOR’
‘Masumiyet Müzesi’nde de pek çok yönden olgun bir adamla yoksul genç bir kadının aşk ilişkisi anlatılır. Adam bu aşkla ilintili nesneleri toplar- ki bu bunlar aynı zamanda İstanbul’daki yaşamı, Türkiye tarihini de anlatan nesnelerdir. Romanınızı okurken hep şunu düşündüm: Acaba siz de kitaplarınızda artık olmayan bir eski Demokratik Almanya müzesi mi kuruyorsunuz?
Evet, bir müze fikri bende de vardı hep. Tabii müzeyi kitap biçiminde yapmak farklı bir şey. Roman duyguları da anlatmak anlamına geliyor. Ama, gerçekten temelde yapı olarak müze fikri çok ilgimi çekiyor. Çünkü eşyayı saklayanlardanım ben de. Hikayelerin ve tarihin nesnelerle bağlantısının nasıl olduğunu ya da örneğin zamanı korumanın, bir şekilde saklamanın mümkün olup olmadığını merak eden biriyim. İşin diğer ilginç tarafı da müzelere konan nesnelerin aslında işlevlerini yitirmiş olmaları. Yani bir eşya aslında yaşamdaki anlamını ve önemini yitirdiği andan itibaren müzeye konur ve seyredilir. Böylece, sanki yaşamın dışına atıldıkları anda bu nesnelere bir kaçış yolu sağlanmış olur. Bence bu çok ilginç bir şey. Burada elbette eşyaya yönelik, kullanım değerinin çok ötesinde bir takdir, bambaşka değer biçme söz konusu.
Ben bu romanı baştan sona bir çeşit ağıt gibi de okudum. Sadece aşkın imkansızlığı üzerine bir anlatı değil bu, yitirilenin, artık var olmayanın ardından duyulan keder de aynı zamanda. Hatta memleketin yitirilmesi gibi bir şey. Ne dersiniz?
Evet, kederi barındırıyor roman ama büyük oranda öfkeyi de barındırıyor. Kaçırılan fırsatlara duyulan öfke bu. Hem kişisel hem de toplumsal olarak kaçırılan fırsatlar… Kitapta bir yandan da aşk ilişkisinin neden yürümediğini, neden başarısızlıkla sonuçlandığını inceliyorum detaylı bir şekilde.
Katharina’ya dikkatle baktığımızda, onun sizinkine benzeyen bir biyografisi olduğunu görürüz. Sizin o dönemdeki yaşınızda, siz de bir zamanlar bir tiyatroda çalışmışsınız, okuyan genç bir kadın. Kitabınızın otobiyografik yönünü sormak isterim. Yoksa önemsiz mi bu?
Nihai olarak önemsiz ama aslında amacım mümkün olduğunca özgün bir şekilde döneme dair yaşam deneyimlerimi metne yedirmekti. Katharina boşuna yaşıtım değil… Büyükannemin biyografisinden de biraz yararlandım. Tabii ki her şey birebir otobiyografik değil kitapta. Katharina’nın öğrendiği meslek, evinin karşısındaki duvar, devlet yayınevinin durumu gibi detaylar benim bilmediğim, kitap için güzel ve önemli olacağını düşündüğüm için kurguladığım detaylardı. Ama sonuç itibariyle önemsiz bunlar. Bence insan iyi bildiği bir dünyayı ele almalı. Zaten yazı her zaman böyledir: Bildiğiniz, deneyimlediğiniz şeylerle hayal ürünü olanları yan yana getirip yazarsınız.
‘YABANCILIK HALA DEVAM EDİYOR’
Memleket, daha doğrusu yitirilen memleket metinlerinizin önemli kavramlarından biri. Benim gibi göçü yaşamış ve göçmenlik hakkında da yazan birine daha farklı dokunabiliyor böylesi metinler. Bir yere kök salma arayışı ‘Gidiyor, Gitti ve Gitmişti’ adlı romanınızın temel konularından biri. Eski Demokratik Almanya’da büyümüş olan akademisyen Richard, emekliliğinin ilk günlerinde bir grup kaçak göçmenin eylemlerine tanık olur. Göçmenler Berlin’de yeniden başlayabilmek için bir işte çalışmayı istemektedirler. Aslında bu biraz da ‘Kairos’ romanındaki insanların durumuna benzemektedir. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldığında Batı Almanya Doğu Alman vatandaşlarına bir kereliğine mahsus hoş geldin parası verir. Fakat Katharina gidip bankadan bu parayı almak istemez. Eş zamanlı olarak insanlar işlerini ve statülerini yitirirler. Ne dersiniz, bu iki grubu ve durumu karşılaştırmak mümkün mü, yoksa zorlama bir benzetme mi?
Bence kaçak göçmenlerin yaşamlarındaki kırılma çok daha serttir. Çoğunun gerçekten de ailelerini kaybettiklerini, savaş yaşadıklarını veya hayati tehlikeler altında korkunç kaçış yollarını göze aldıklarını akılda tutmalıyız. Bunlar kesinlikle ağır dramatik ve travmatik durumlar. Bu haliyle iki grubu karşılaştırmak pek uygun değil gibi. Ama eski Demokratik Almanya ile Federal Almanya ile birleştiğinde veya birleştiğinde demeyelim de Doğu, Batı‘ya katıldığında, çoğu insan işini kaybetti, yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı. Toplumsal kurallar, bürokrasi ve sayamadığım daha bir sürü şey şekil değiştirdi. Bu aynı zamanda, Federal Almanya vatandaşı olduğunda Batı televizyonlarında gördüğü zenginliğe hemen kavuşacağını hayal etmiş olan çok sayıda insan için büyük bir şoktu da. Çünkü insanlar fark ettiler ki bu zenginlik için bedel ödemek gerekiyor. Bazılarının sıfırdan başlaması gerekti. Bazıları yeni bir iş bulamadı. Doğu’da pek çok kadın hareketli olmayı seçti ve başka yerlere gitti, erkekler geride kaldı. Depresyon çoğaldı çünkü zordu. Doğudaki büyük şirketler geniş çapta kapandı. Doğu pazarı bu haliyle cazipti, Batı’nın endüstrisi buradaki talepleri seve seve karşılıyordu. Çünkü onlar için önemli olan tüketim mallarının satılmasıydı. Bazı biyografilerde inanılmaz kırılmaların görüldüğü bir dönemdi bu. İnsanlar safdillikle büyük beklentilere kapılmıştı ama sonuçta aslında yabancı olduklarını anladılar. Ve bu yabancılık hâlâ devam ediyor.
‘Bütün Günlerin Akşamları’ romanınızda da kırılma kavramı önemli bir rol oynuyor. Hikaye 1900 yılında yeni doğan bir bebeğin ölümüyle başlıyor. Ölümle birlikte anne babanın kaderi değişiyor. Ancak kitabın sonraki bölümünde bebeğin ölmeyip yaşamaya devam ettiğini görüyoruz. Her şey başka olabilir miydi, ya da kaderin önüne geçmek mümkün mü sorusuyla hareket eden bir metin bu. Romandan bir alıntı: “Günün sonunda ölüm olsa da bütün günlerin akşamı olmamıştır daha.” Ne dersiniz, devam edebilmek içi edebiyat umut mudur, kaybedileni yeniden diriltmenin bir yolu mudur edebiyat size göre de?
Kesinlikle bir yoldur. Edebiyatın zaten özünde ölüme karşı direnmek gibi bir işlevi var. Çünkü edebiyatın, mesela güzel sanatlara oranla daha uzun ömürlü olma ve ileriki zamanlara taşınabilme şansı var. Elbette ölen bir insanı geri getiremezsiniz. Ama yaşamı yeniden canlandırmayı, duyguları hayata geçirmeyi başardığınız takdirde, zamanı da birden ortadan kaldırmış gibi olursunuz. Yazmak da bir çeşit zaman makinası sayılır. Mesela aileme mektuplar aracılığıyla yazılmış şeyleri okuduğumda bugün -çünkü bizde çok fazla mektup yazılmış- birden annemin hayatı o kadar canlı bir şekilde gözümün önüne geliyor ki, annem sanki yanımda. Onu görüyor, onu duyuyorum, nasıl hissettiğini biliyorum… Ne bileyim, büyük annem pasta tarifleri göndermiştir o anda, bunu nasıl olduğunu biliyorum. Yazı yazmanın en güzel yanı da bu bence.
Bu söyleşi yazar Menekşe Toprak’ın hazırlayıp sunduğu iki dilli “LitVers – Edebiyat Söyleşileri” projesi kapsamında yapılmış olup tamamı podcast olarak yayınlanmıştır.
Podcast söyleşilerinin yayınlandığı sayfalar:
www.litvers.com
LitVers – YouTube
LitVers | Podcast on Spotify